Translator

Sunday, June 26, 2022

Evren Konakçı Soğuk Savaş Döneminde ABD-SSCB (Angola)

 Not: Bu Makale yazılırken  çeşitli Akademik Makale, Gazete yazılarından ve çeşitli web haber sitelerinde yararlanılmıştır. Kaynaklar Kısmında belirtilmiştir.

                GİRİŞ

Bu makalede Soğuk Savaş döneminde iki kutuplu dünyada, ABD-SSCB (Amerika Birleşik Devletleri- Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği) nin Afrika kıtası üzerinden yaşadığı “Vekalet Savaşları” nın ya da “Vekil Savaşları” nın Angola Cumhuriyeti üzerinde Angola Cumhuriyeti’nin bağımsızlığa giden süreçte Angola’nın tarihi, Angola’nın bağımsızlık ve iç savaşının yansımaları anlatılacaktır. Afrika kıtası yeraltı kaynakları bakımından zengin olması soğuk savaş tansiyonunun yükselişe geçtiği dönemde hegemon güçlerin önemli oyunu alanı ve çatışma alanı olmuştur. Hem ideolojik hem de silahlı bir çatışmasının süreci vuku bulmuştur.[1]

 

I.             ABD – SOVYET Soğuk Savaş Dönemi Afrika

     İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD-SSCB arasında hegemonik ve ideolojik bir güç savaşı başlamıştır. Bu savaş birbirleri arasında fiziki bir savaşa dönmemiş başka topraklarda başka toplumlar üzerinden bir çıkar savaşına dönmüştür.

    ABD, İkinci Dünya Savaşında sonra SSCB’ye karşı çevreleme politikası uygulamaya başladı. 1946 yılında ABD’li diplomat George S. Kennan ‘Uzun Telgraf’ adı altında yazdığı Doktrinde, Rusların tarihi sürecine bakıldığında kuşatılma kaygısı olduğu ve bu yüzden yayılmacı eylemleri durdurmak için Marksist-Leninist ideolojiye sahip olduğu ileri sürmüştür. Kennan, Sovyet yayılmasını önlemek için ise uzun, sabırlı, kararlı bir çevreleme politikası ile yapılabileceğini ileri sürmüştür.[2]
   ABD’nin Avrupa ve Amerika arasında olsa bile 1823 Monreo Doktrini ile başlayan ülkelerin birbirine müdahale etmeme anlayışı Wilson ilkeleri ile devam etmiştir.[3] Wilson ilklerin bir tanesi self determination yani halkların kendi kararlarını kendileri vermesi anlayışı. Bu aslında Avrupa sömürgeciliğine de bir gönderme idi. Gücü azalan Avrupa’ya başat aktör olma yolunda ABD’den güçlü bir mesaj idi.

   ABD sömürge düzenine karşı çıkıyormuş gibi gözükse de hukukun üstünlüğünü, insan haklarını savunuyor gözükse de tarihine baktığımızda hiç öyle olmadığını görüyoruz. ABD, İkinci Dünya Savaşı’na kadar 163 dış müdahalede bulunmuştur. Diğer taraftan bu söylemleri kendi çıkarları için bir kenara bırakıp SSCB’ye karşı demokrasi olmayan ülkeleri hatta zalim diktatörleri bile destekleyebiliyordu.[4]

   Afrika kıtasının Avrupa devletlerinin sömürüsüne açılması, 15 yy’de coğrafi keşiflerle olmuştur. Bu sömürü sistemli ve uzun zamanlı olmuştur. Fakat bu İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Afrika halkları sözde ulusal kimlik bilincine ulaşmasıyla sosyo-kültürel ve eğitim yükseliş ve bilinçlenme sömürgelere karşı direniş faaliyete geçmiştir. [5]

   ABD’nin Afrika ilgisi her zaman olmuştur. Fakat Afrika kıta ülkelerini siyasi bir öncelik olarak görmemiştir. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa ve Doğu Avrupa ülkeleri üzerinden SSCB’yi çevrelemeye çalışması stratejik öncelik olduğundan Afrika geri planda kalmıştır. Etiyopya ile ilişkilerin olmasına rağmen 1974 yılında bu ilişkiler çatırdamaya başlamış ve ABD Etiyopya komşusu olan Somali’ye üst kurup Ortadoğu petrolleri nin kontrolü için üs kurmuştur.[6]

   Bu noktada da ABD ‘nin Afrika’nın konumdan yararlanmak istediği kadar yeraltı kaynaklarından yararlanmak istediğini de unutmamak gerekir.

  Çar Pyotr Alekseyeviç Romanov ‘un 1672 ve 1721 yılları dönemine baktığımızda Rusların sıcak denizlere ulaşma ve Afrika Kıtası’nda toprak veya sömürü elde etme düşüncesini olduğunu görüyoruz.[7] Nikita Hruşçov (Krusçev) 1955-64 yılları arasında SSCB’nin Afrika olan ilgisinin artmasına sebep olmuştu. Sömürge ülkelerinde başlayan bağımsızlık için ayaklanmalar bunun nedenidir. Dahası bağımsızlık hareketleri gruplarıyla ideolojik ve siyasi bir uyumlu durum da ortaya çıkmıştır. Stalin dönemi Üçüncü Dünya Ülkeleri olarak nitelendirilen ülkelere yardım etmeyi sınırlı yapmış aslında çok gönüllü olarak da yapmıştır. Bu konuda herhangi bir istediği de yoktur. Stalin Üçüncü Dünya Ülkeleri liderlerini burjuva olarak tanımlamış ve emperyalistlerin yozlaştırdığı kişiler dalkavuklar olarak nitelendirmiştir. Dahası kurtuluş ve bağımsızlık hareketlerine de destek vermemiştir. Çünkü yıllarca burjuvaya hizmet edenlerin sınıf bilincinin kaybolduğuna inanmaktadır. Aynı zamanda Stalin Avrupa-Asya merkezli bir siyaset düşüncesi gütmektedir. Bir noktayı vurgulamak gerekirse Hruşçov döneminde Afrika ile ilişkiler başlamamıştır. Sadece ilgi daha fazla artmıştır. Çünkü 1920 yıllar itibari ile Güney Afrika bağlamında komünizm vardır. Hatta diğer bazı Afrikalı liderler Moskova’da eğitim bile almışlardır.[8]

   Endonezya’da 18-24 Nisan 1955 yılında düzenlenmiş olan ve Bağlantısızlar Hareketi’nin bir parçası olan Bandung Konferansı’nda Asya ve Afrika ülkelerin liderlerin ilk defa bir araya olduğu komünist güçlerin ve milliyetçilerin birlikte çalışma yapması SSCB’nin Üçüncü Dünya ülkeleri ile ilişkisini başlatması ya da geliştirmesi için çok önemli bir başlangıç olmuştur, SSCB için. Bu özellikle Afrika ülkelerin Batı sömürgeciliğine karşı olması SSCB için umut olmuştur. Afrika kıtasına çabuk bir şekilde girebilmesi için ve de Sovyet komünizm düşüncesinin yerleşebilmesi adına ve dahası varlığını sürdürebilmesi açısında Bandung Konferansı önemli bir dönüm noktasıdır. Burada önemli olan noktalardan birisi de daha önce belirttiğimiz gibi uyum. Bu yüzden Barış İçinde Bir Arada Yaşama felsefesinin önemi belirtilmiş istikrarlı bir çalışma hedeflenmiştir. Bu hedefleri SCCB beş prensip ile belirlemiştir. Bunlar, karşılıklı olarak toprak bütünlüğünün önemi, saldırmazlığın kabulü, ülkelerin içişlerine karışılmaması, mutlak eşitlik ve karşılıklı çıkar ilişkisi üzerine belirlenmiştir. Böylelikle bağımsızlıklarını kazanmış Asya ve Afrika ülkelerinin dış politikalarında ortak payda da buluşulabilecek durum oluşmuştur. Oluşan bu durum üzerine 1956 yılında Sovyet Birliği Komünist Partisi 20. Kongresinde Hruşçov “Afrika hakları uyandı” söylemi ile ülkeler arasında uyum ve benzerlik algısı oluşturmak istemiştir.[9] Bu dönem itibari ile Sovyetlerin Afrika’ya ilgisi nedeni ile 1980’li yıllara kadar ilişki kurduğu ülkelerin sayısı 40’ı geçmiştir. SSCB yardımlarını ayni ve maddi olarak geniş tutmuştur.  Afrika Kıta ülkelerine para yardımları yapmıştır. Diğer taraftan tarım ve hayvancılığın endüstrileşmesi için gerekli alt yapıları yapmıştır. Daha insani bilgi ve tecrübe yardımında bulunmuştur. Örneğin madenlerin iyi işletilebilmesi uzmanlar göndermiş. Asker ve sağlık çalışanları için yine uzaman desteği göndermiştir. İlaç desteği vermiştir. Ayrıca silahlı mücadele için de çok sayıda hafif ve ağır silahlar hibe etmiştir.[10]

   Sovyet ve Afrika ilişkilerine sayısal bağlamda bakarsak 1960 yılından itibaren ilişkilerin 1980 yıllara kadar ortalama 4 kat artmıştır. Yardımların Parasal rakamlarına baktığımızda 1,5 milyar ruble ile başlayan yardım 1984’e kadar 3,5 milyar rubleyi bulmuştur.[11]

  

II.           Angola 

   Angola ya da Angola Cumhuriyeti Afrika’nın güneybatısında Atlas Okyanusu kıyısında yer alan bir ülkedir.  Komşularını güneyde Namibya, kuzeydoğuda Kongo DC, doğuda Zambiya oluşturmakta olup, ülkenin batısında Atlas Okyanusu yer almaktadır. Angola'ya bağlı olmasına rağmen anakara ile fiziki bağlantısı bulunmayan ve ülkenin kuzeyinde Atlas Okyanusu kıyısında yer alan Cabinda bölgesi de Kongo Cumhuriyeti ile birlikte yine Kongo DC ile sınıra sahiptir. Başkenti Luanda’dır. 18 bölgeye ayrılmıştır. Resmi dili Portekizce’dir. Angola Portekizcesi de konuşulmaktadır. Bunun yanında birçok etnik dil konuşulmaktadır. Nüfusu Tam olarak bilinmemektedir, iç savaştan dolayı. 34 milyon civarı nüfus vardır ama net bir rakam değildir. Coğrafi yapısı olarak dağlık arazi ve güneye doğru kıyı bölgesi çorak toprağa sahiptir. İklim olarak Tropikal iklim hakimdir.1.246.700 km² ile dünyada en büyük 23. Ülke konumundadır. Başkanlık sistemi ile yönetilmektedir. Petrol ve elmas en önemli gelir kaynaklarıdır. Afrika’nın üçüncü büyük ekonomisidir. Angola’da din olarak Hristiyanlık görülmektedir büyük çoğunlukla. Özellikle Katolik mezhebi. Bu sömürgecilik zamanından kalmadır. Angola 2013’te İslam İnancını yasa dışı din olarak kabul etmiştir. Sağlık Sistemi sıkıntılıdır. Halk sağlık ihtiyaçlarını karşılayamamaktadır. Eğitim çok iyi değildir. İmkânı olan insanlar eğitime ulaşıp üniversitelere devam edebiliyorlar. Üç önemli Etnik Grup vardır. Bunlar Ovimbundu, Mbundi, BaKongo grupları ve diğer gruplar olarak ayrılmışlardır.[12]

   15. yy. Portekizli denizciler ilk keşifleri arasında Afrika kıyıları da vardır. Bunun neticesinde Portekiz Kralı ile Angola’nın kuzeyi hükmeden Kral ile ilişkiler geliştirilmiştir. Özellikle din ilişkileri de ilerlemiştir. Böylelikle kral zümresi ve halk arasında din açısından bir farklılık oluşmaya başlamıştır.[13]

   Şu an Başkent Luanda ‘nın bulunduğu sahil kesimlerin ileri karakollar kurup iç bölgelerde ticaret merkezleri oluşturmuşlardır. Ticaret aslında en önemli gelir olmasına rağmen diğer taraftan Portekizliler Afrika'da altın, fildişi ve köle ticaretine de başladılar.[14]  Tahminlere göre Portekizliler Brezilya kolonisine 345 bin insanı köle olarak 1506-1575 yılları arasında götürmüştür.[15]  Portekizliler toplamda Kuzey Amerika ve Brezilya’ya köle olarak 19. yüzyılın ortalarına kadar Angola’da yaşayan yaklaşık iki milyon kişiyi gönderdiği tahmin edilmektedir. [16]

  Yıllarca süren bir sömürge mücadelesi vardı. Portekizliler ancak 20 yy. başlarında Angola’yı tam anlamıyla olmasa da sadece Ovimbundu halkını etkileri altına alarak yani pasifleştirerek bunu yapabildi. Diğer iki büyük topluluk olan BaKongo ve Mbundi halkları direniş göstermeye devam ettiler. Antonio Sazalar’ın diktatörlük yönetiminin baskı unsurları Angola halklarını ekonomik yönden de etkilemişti.  1960’tan bunu fırsat bilen ABD ve SSCB yerel halkın birinden kopuk olmalarını fırsat bilerek kendilerine yakın olan grupları desteklediler.[17]

   Buradaki bağımsızlığın anlamı tam bağımsızlık mıydı yoksa kontrol altında tutulan bağımsızlık mıydı? Soğuk Savaş rüzgarları kendileri ile alakası olmadığı halde Afrika kıtasına taşındı ve kendilerini bir anda ABD-SOVYET rekabetinin içinde buldular. Bu rekabet tabi ki Kapitalizm ve komünizmdi ve bir tarafı seçmek zorundalardı. Bu durum ABD-SOVYETLERİN arka bahçe durumunu oluşturuyordu. Yüz yıllarca sömürgecilik ve burjuvazi altında yaşayan Afrika Halkları için SOVYETLERİN ezilmiş, sömürülmüş halklar ile ilgili söyledikleri Afrika halklarının hoşuna gidiyor ve benimsiyorlardı. Bu durum ABD yönetiminin hiç hoşuna gitmiyordu. Bunun bir Domino etkisi yapacağı ve bu etkiden hareket ile komünizm ideolojisinin Afrika kıtasında hareket alanı bulacağı ve yayılma tehlikesi göstereceği ve dolayısı ile SOVYETLERİN etki alanının artması ile Afrika’da güçleneceği. Bir taraftan barış içinde yaşamak bir taraftan self-determination ilkleri ABD ile SSCB arasındaki Afrika’daki güç mücadelesinden dolayı rafa kalkıyor ve ayrılıkçı veya dikta yönetimleri destekleyebiliyordu. Bu durum Afrika kıtasında bazı ülkelerde iç savaşları doğruyordu. Avrupa’nın Doğu Bloku ve Batı Bloku şeklinde ayrılması Afrika’ya ideolojik bölünme ile kendini gösteriyordu.[18]

 

III.          Angola Bağımsızlık ve İç Savaşı

     1950 yıllarında Portekiz diktatörü Antonia de Oliveira Salazar diktatörlüğünün Angola’daki yönetimine karşı küçük çapta ayaklanmalar başlamıştı.

  Bu noktada Salazar’a bakmak gerekirse 1933-74 yılları arası Portekiz diktatörlüğü yapmış kişidir. Salazar’ın asıl diploması hukuk üzerine iken akademik kariyerini ise ekonomi profesörü olarak yapmıştır. 1928 yılında darbe ile başa gelen Portekiz Başkanı Carmona Salazar’ı üstün yetkili maliye bakanı seçti. 1932 yılında Carmona Salazar’ı başkan seçti ve Anayasa’da değişiklikler yaparak diktatör oldu. Nazi yanlısı olmasına rağmen İkinci Dünya Savaşı’na girmedi. İtalyan diktatör ve İspanyol diktatör Franco hayranı idi.[19]

  Korporatizm ideolojisini benimsemiştir.[20]  Korporatizm toplumun, tarım, emek, askeri, iş, bilim ve lonca dernekleri gibi şirket grupları tarafından ortak çıkarlar temelinde savunan kolektivist bir siyasi ideolojidir.[21]

  Yukarıda bahsettiğimiz bu ayaklanmalar örgütlenmeye dönüşmüştür. İlk örgüt Angolalı Afrikalıların Birleşik Mücadelesi örgütü olmuştur. Bu örgüt 1953 yılında siyasi partiye dönüşmüştür. Bu siyasi parti Angola Komünist parti ile birleşerek Angola Halk Kurtuluş Hareketi (MPLA) 1956 yılında siyasi hareketini sürdürmeye başlamıştır. Mbundi topluluğu ve diğer bazı topluluklarla hareket eden bu siyasi parti MPLA, 1961 yılında Luanda’daki polis karakollarına saldırarak Portekiz idaresine karşı ilk örgütlü ve silahlı mücadelenin ışığını yakmıştır.[22]

  MPLA’nın lideri Antonio Agostinho Neto ’dur. Antonio Neto öğrenci iken siyasi faaliyetlere başlamıştır. Neto, Tıp eğitimini sürdürdüğü Lizbon Üniversitesi’nde iken ayrılıkçı siyasi eylemler yaptığı sebebi ile tutuklanmış ve Portekiz’de 7 sene hapis hayatı yaşadıktan sonra 1959 yılında Angola’ya dönmüştür.  Fakat bu sefer Angola’daki Portekizli yetkililerin Neto’yu rahat bırakmamış ve Neto tekrar tutuklanmıştır. 1960 yılında bu sebeple ile önemli sayıda Angolalı, Neto’ nun serbest bırakılması için sokaklarda protesto gösterileri yapmıştır. Bu protesto gösterilerine karşı Portekiz askerleri Angolalıların üstüne ateş açmış ve 30 kişinin ölümü ile sonuçlanmış; 200’den fazla kişi de yaralanmıştır. Olayların daha fazla büyümemesi için Portekiz idarecileri, Neto’yu Portekiz’e Lizbon cezaevine göndermiştir. Fakat Angola halkı protestodan vazgeçmeyince Yönetim Neto’yu ev hapsine almıştır. Fakat Neto bir fırsatını bularak Lizbon cezaevinden kaçmış, önce Fas’a, sonra bugün Demokratik Kongo Cumhuriyeti olarak anılan Zaire’ye kaçmıştır. Neto 1962 yılında ABD Başkanı John F. Kennedy’den yardım talep istemiş fakat aradığı yardımı bulamamıştır.  Buradan Küba’ya hareket etmiş ve orada Che Guevera ve Fidel Castro ile görüşmüş ve istediği yardımdan fazlasını bulmuştur. Küba Devleti dışında ideolojik olarak aynı olan Sovyetler Birliği, Doğu Almanya, Çekoslovakya, Bulgaristan, Polonya, Romanya, Yugoslavya, Kuzey Kore ve bağımsızlık hareketleri düşüncesine sahip Cezayir, Fas, Libya, Nijerya, Sudan ve Tanzanya devletleri farklı durum ve boyutlarda MPLA örgütünü destek vermiştir.[23]

    Neto Angola bağımsızlık mücadelesinde tek kişi değildi. Neto’dan başka bir kişi de bağımsızlık mücadelesinde sahne almıştır. Bu önemli kişi Holden Álvaro Roberto’dur.  Roberto ’nun önemli özelliklerinden biri Eski Kongo Krallığı hanedanının soyundan gelmesidir. 1940 yılında bir misyoner okulundan (Hristiyan Okulu) mezun olmuş ve Belçika Maliye Bakanlığı’nın Zaire şubesinde çalışmıştır.1951 yılında Angola’ya gelmiş siyasi eylemler yapmaya başlamış. Roberto siyasi eylemleri bir örgüt kurarak sürdürmeye başlamıştır. Kuzey Angola Halkları Birliği adında bir örgüt kurmuş; daha sonra örgütün adını 1956 yılında Angola Halkları Birliği olarak isim değişikliğine gitmiştir. Roberto ‘nun CIA (Central Intelligence Agency- Merkezi Haberalma Ajansı) ilişkileri de dikkat çekicidir. Roberto 1958 yılında Angola hükümetini temsilen Gana’daki Afrika Halkları Kongresi katılmış, Birleşmiş Milletler Gine misyonu ve dönemin ABD yönetimi ile irtibat kurduğu, CIA’nin istihbarat eylemleri için Roberto ’ya 10,000 dolar ücret ödemesi dillendirilmiştir.  Dahası Roberto İsrail’i de ziyaret etmiştir. Bütün bu gelişmelerden sonra Roberto Zaire’de Bakongo militanlarını örgütlemiş yaklaşık beş bin militan ile Angola’ya girerek yaklaşık bin Avrupalı insanın ölümüyle sonuçlanan eylemler yapmışlardır. Bu saldırılar direnişe dönüşmüş ve ülke geneline yayılmıştır. Daha sonra Roberto örgütün ismini Angola Milli Kurtuluş Cephesi (FNLA) olarak belirlemiştir. FNLA komşu Zaire ülkesinde sürgünde iken bir hükümet kurmuştur. Bu hükümet ABD, İsrail, Fransa, Batı Almanya, Güney Afrika ve Liberya yönetimlerinden destek görünce Afrika Birliği Teşkilatı da 1963 yılında hükümeti tanımıştır. Fakat kurulduktan sonra hükümet içinde bazı anlaşmazlıklar baş gösterince Dış İşleri bakanı olarak görev yapan Jonas Malheiro Savimbi liderliğini kendi yaptı bir örgüt kurmuştur.[24]

 Savimbi, aynı Roberto gibi Angola’da bir misyoner okulunda eğitim aldıktan sonra 24 yaşında Portekiz’de öğrenim görme hakkı kazanmıştır. O da Neto gibi komünist faaliyetlere katılmış ve kendi gibi sömürgeye karşı çıkan öğrencilerle bir araya gelmiştir. Neden sonra Amerikalı misyonerlerden elde ettiği bursla İsviçre’nin Lozan şehrin eğitim hayatına devam etmiştir. İlk önceleri Savimbi MPLA’nın gençlik hareketine katılarak bir liderliğe oynamış fakat başarılı olmayınca FNLA örgütü ile iletişime geçip Zaire’deki sürgünde kurulan hükümetin Dışişleri bakanı olmuştur. Savimbi bu seferde FNLA ile de yollarını ayırıp 1964 yılında Angola’nın Tam Bağımsızlığı İçin Milli Birlik (UNITA) örgütünü Antonio da Costa Fernandes ile oluşturmuştur. Destek bulmak için Çin Halk Cumhuriyeti’ne gitmiş, askeri yardım ve eğitim talep eden Savimbi, 1966 yılında Angola’ya dönüp gerilla savaşlarını başlatmıştır. Savimbi MPLA’ya karşı savaşmak için Portekiz sömürge idarecileri iş birliğine gitmiştir. Geçen bu sürede UNITA ABD, İsrail, Fransa, Güney Afrika Cumhuriyeti, Mısır ve Suudi Arabistan tarafından destek bulacaktır.[25]

  Diğer taraftan aynı zamanda dördüncü bir hareket olarak da Kabinda Anklavı Kurtuluş Cephesi (FLEC) meydana çıkmıştır. Kabinda ’nın önemi Petrol zengini olmasıdır. Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nin Atlas Okyanusu’na açılmasını sağlayan ve sadece bir toprak şeridi ile Angola’dan ayrılması ile stratejik açıdan da önemlidir. İşte bu stratejik açıdan önemli olan Kavinda’nın kurulmasının esas sebebi Kavinda’nın bağımsızlığı içindir. Fransa’nın bölgedeki hakimiyeti ve ekonomik çıkarları için desteklenmiş FLEC zamanla çok sayıda fraksiyona bölünmüştür.[26]

    Bütün bu gelişmelere bakınca sömürgeciliğe karşı bağımsızlık mücadelesi içinde olan hareketler kendi içinde de çatılmaya gitmesi Portekiz yönetimine karşı mücadelelerini zayıflatmıştı. Tabi Portekizlilerin de bu duruma karşı geliştirdikleri savunma var. Bu savunmalardan bir tanesi köylülerin direnişe katıldığı için 1 milyondan fazla Angola köylülerini tehcir etmişlerdi. Bazı köylüleri de köylerine hapsetmişlerdir. [27]

   Portekizlerin yıllarca sürdürdüğü Angola tam anlamıyla ele geçirme mücadelesi artık Portekiz yönetimine çok ciddi mali külfet getirmeye başlamıştı. Portekiz yönetimi birkaç burjuva ile Angola’yı elinde tutuma yoluna gitti. Fakat bundan da bir şey elde dilemeyince Portekiz hükümeti MLPA, FNLA VE UNITA liderleri ile görüşmeler sonucunda 1975 yılında Angola bağımsızlığını ilan etti. Neto, Roberto ve Savimbi liderliklerinde üçlü bir koalisyon kurulmuştu. Ama bağımsızlıktan hemen sonra dağılmasıyla Angola’daki iç savaş süreci başlamış oldu. Tabi bu durum Soğuk Savaş aktörlerinin fazlası ile işlerine yaramıştı. İşlerine yarayan ve öncelikli olarak meydana çıkar Güney Afrika yönetimi apartheid rejimi (ayrılıkçı) olmuştur. 1975 yılında Güney gölgesinden Angola’yı işgal etmiştir. Bu işgalde yalnız değildi. UNITA ve FNLA örgütleri Güney Afrika rejimine yardım etmiş ve de başkent Luanda’nın iki yüz km kadar yakınına gelmişlerdir. Bu işgale Zaire ordusu da katılmış ve FNLA ile birlikte hareket etmiştir.  Zaire ordusu Angola’yı Kuzey bölgesinden işgal etmiştir. Bu arada başta özellikle Küba büyük askeri desteği[28] dışında Sovyetlerin MLPA örgütüne verdiği desteği eşitlemek adına ABD’de Güney Afrika birlikleri, UNITA ve FNLA örgütlerini desteklemiş ve de bunlara otuz milyon dolardan fazla yardım göndermiştir. Fakat ABD Vietnam travması sonrası silah ihracını kesmiş bu işi İsrail’e havale etmiştir.[29]

   Bu çatışmaların sonucunda Küba’nın büyük desteği ile Neto başkent Luanda’nın kontrolünü sağlamış ve Hükümeti kurmuştur. İşgalciler de bölgeleri terk etmek zorunda kalmış ve Afrika Birliği Teşkilatı MLPA hükümetini tanımıştır. Küba 35 bin asker yollamış 4bin 300 askeri ölmüştür. Bunun dışında eğitim için öğretmenler göndermiş 2,4 milyon bunun 1,3 milyonu kadın olmak üzere Angolalıyı eğitmiş ve birçok öğrenciye burs sağlamıştır.[30]

    Bu noktada Apartheid Rejime (ayrımcı rejim) değinmek gerekir. Apartheid yapılanması Hollanda kökenli beyaz insanların Güney Afrika’ya 1930 yıllarında gelmesiyle oluşan ırkçı ve milliyetçi ideoloji ile oluşturdukları yapılanmadır. Afrikaaner olarak anılırlar. Bu ırkçı kişiler yönetime geldikleri 1948 yılından itibaren toplumsal sosyal alanın her alanında siyahi insanları ırk ayrımcılığına maruz bıraktılar. Bu ayrımcılık 1950 ve 1953 yıllarında çıkartılan yasalarla büyük toplumsal olaylar çıkarak can ve mal kayıplarına yol açacaktı. Beyaz insanlara iltimas geçen sadece ve sadece onların rahat yaşayacağı alanlar belirlenerek siyah insanların zorla göç ettirilmesine maruz bıraktılar. Yaşamın her alanında topluma açık olarak kullanılan her alanda açıkça otobüsleri, tuvaletleri, parkları kullanma alanı beyaz insan ve siyah insan diye ayrılmıştı. Bu bilinci yani ayrım bilincinin oluşması için çocuk ve gençlerde eğitim sistemi kullanıldı. Çünkü bu Apartheid ideolojisinin zihinlerde yerleşmesi için çok önemli idi. Siyah çocuk ve gençlerin nüfus çok fazla idi ve onların bilinç bir şekilde beyazlardan üstün olmayacağı, eğitimde geri kalmaları için az bir bütçe ayrımına tabi kalmaları böylelikle kötü işlerde çalışmaları sağlanacaktı. Beyaz çocuk ve gençler daha iyi eğitime sahiptiler. Siyah insanların her şeyi yetersiz bırakılmıştı.1961 yılına gelindiğinde yüzde 10 siyah öğretmen lise mezunu idi.[31]

   Bu arada siyahi bazı gençler de Apartheid rejimine karşı hareket durmuyorlardı. Mücadele etmek için ANC Gençlik örgütü kurmuşlardı. Bu gençlik örgütü, Nelson Mandela, Anton Lembede, Oliver Tambo ve Walter Sisulu gibi genç liderlerden oluşuyordu. Bu gençlerin ırkçı rejime karşı kurdukları örgütten dolayı vatana ihanet ile yargılanmalarına sebep oldu. Bu durum ülkede büyük tepkiler yol açtı ve beraat ile sonuçlandı. [32] 1968 yılında Steve Biko adında 22 yaşında bir genç Güney Afrika Siyah Öğrenciler Birliği’nin kurucularından oldu ve bir yıl sonra da ilk başkanı seçildi. Bütün öğrenci birliklerini bir araya getirdi. Bu siyah insanların kimliklerini bulma onlara bir bilinç oluşturma için çaba sarf etti. Çünkü Apartheid rejimine karşı gençleri cesaretlendirmek gerekiyordu. O sırada Afrika’nın birçok ülkesi bağımsızlık mücadelesine girip bağımsızlık kazanıyordu. Tabi ki Apartheid rejimi burum da dolayı da rahatsızlık duyuyordu. 1976 yılında Soweto öğrenci ayaklanması çıktı. Olaylar çok şiddetli geçti. 1977 yılında Biko tutuklanarak hapsedildi. Bu arada işkence ile öldürüldü. Hiç kimse suçlu bulunmadı. Soweto ayaklanmasında Nelson Mandela hapisteydi.[33] 1994 yılında hapisten çıktığı ilk seçimde Başkan seçilip Apartheid ideolojisine karşı mücadeleye devam etmiştir..[34]

   Neto 1977 yılında ilk parti kongresinde partisine İşçi Partisi adını vermiş ve ideolojisini Marksist-Leninist çizgi olarak belirlemiştir. Bu sayede Sovyetler yardım ve petrolden elde edilen gelirle ülke ekonomisini bir nebze olsun ayağa kaldırmıştır. Bu yardıma bazı Doğu Bloku ülkeler de katılmıştır. Tarıma dayalı ekonomi üretimine önem vermiştir. 1979 yılında Neto vefat etmiştir. Devlet Başkanlığı’na öğrenciyken MPLA’ya katılana Jose Eduardo Dos Santos getirilmiştir. Eğitim için Sovyetler Birliği gitmiş 1969 yılında Azerbaycan Petrol ve Kimya Enstitüsü’nün Petrol Mühendisliği ve Radar İletişimi bölümlerinden mezun olmuştur. Bağımsızlık ilanından sonra Angola’nın ilk Dışişleri Bakanı olmuş, 1978 yılında başbakan yardımcısı olmuştur.[35]

   Bu gelişmeler ışığında FNLA siyaset sahnesinden çekilmiş bir tek UNITA kalmıştır. UNITA grubu ise tekrar bir yaraya gelip gerilla eylemlerine başlamıştır. Hem Namibya’yı hem de Zaire’yi üs olarak kullanmıştır. UNITA’ya yine Güney Afrika destek vermiştir. İki güç birlikte Angola’nın Güney Bölgesi’nde büyük bir saldırı düzenlemiştir. Bu saldırılarak Angola hükümeti ve Küba askerleri birlikte karşılık vermiştir. Güney Batı Afrika Halkı Örgütü (SWAPO) da Angola’yı üs olarak kullanmaktaydı. Bu durum Güney Afrika’yı rahatsız ediyordu. Devreye ABD girmiş ve uzlaşma teklif etmiştir. İlk önce reddedilen teklif ABD’nin Güney Afrika’ya baskı yapınca ateşkes ilan edilmiştir. Güney Afrika birliklerini çekecek karşılığında da Küba askerleri çekilecektir. ABD bununla yetinmeyip UNITA lideri Savimbi ’yi Başkanlık düzeyinde ağırlamış ve tekrar destek vereceğini ilan etmiş ve UNITA’nın büyük bir zafer kazanacağına inandığını belirtmiştir. Bu Sovyet Stratejisini kırmak için bir hamleydi. Fakat MLPA bunu tehdit olarak algılayıp Küba’da daha fazla asker talep etti. Kapitaliz ve Komünizm ideolojilerinin karşı karşıya gelmesinin tipik bir örneği daha görülmüştü.[36]

    1987 yılında UNITA tekrar büyük bir saldırı başlattı Güney Afrika birlikleri ile. Ciddi derecede zarar verip Angola ordusunu kuşatma altına aldırlar. Angola tekrar Küba askerlerinden yardım istedi. Kuşatmadan kurtuldular ve UNITA ve Güney Afrika birliklerinin ilerlemesi durdurulup geri çekildiler. ABD tekrar devreye girip New York Şehri’nde Angola, Güney Afrika ve Küba birbirlerinin iç illerine karışama kaydı ile anlaştılar. UNITA lideri Savimbi ile [37]Gbadolite Deklarasyonu imzalayıp anlaşmaya vardılar. Sonuçta bu anlaşmalar da uzun sürmedi.[38]

   Soğuk Savaş döneminde Afrika Kıtası bir tarafta ABD liderliğindeki Batı Bloğu ile diğer tarafta SSCB liderliğindeki Doğu Bloğu arasındaki güç savaşının vekalet savaşlarına dönüşmesine sahne oldu. ABD hukukun üstünlüğü insan hakları halkların özgürlüğü derken Zaire’de otoriter bir yönetim gösteren Mobutu Sese Seko’yu destekliyor, SSCB ise Afrika’nın en ateşli komünist liderlerinden Patrice Lumumba ve Mengistu Haile Mariam’ı destekliyordu. 1980 yıllarda ise Sovyetler Birliği ve ABD arasındaki ideolojik mücadelenin dışında Afrika Kıtası’na yönelik dış yardımları etkileyen en önemli neden 1979 yılında İran – Irak savaşı sonucu petrol fiyatlarında yaşanan yükselişin tüm dünyayı etkileyen bir borç krizine dönüşmesi.1982 yılında Afrika ülkeleri de bu kriz sebebiyle borçlarını ödeyemez duruma gelmişlerdir. Bunlar, Angola, Kamerun, Kongo, Fildişi Sahili, Gambiya, Mozambik, Nijer, Nijerya, Tanzanya ve Zambiya ülkeleridir. Oluşan borç krizi ile birlikte uluslararası finans piyasaları büyük baskı altına girmiş ve çözüm olarak da borç batan ülkelerin borçlarının yeniden yapılandırılmasıyla çözülmeye çalışılmıştır. Soğuk Savaş’ın döneminin sona ermesi ile dünyada yaşanan yeni siyasi gelişmeler nedeni ile Afrika’ya yönelik dış yardımlar bu durumdan etkilenmiştir.[39] Bağımsızlık ve iç savaş ile birlikte SSCB desteklediği MPLA örgütüne 400.000 milyon dolar civarında yardım etmiş, ABD’nin ise FNLA, UNITA ve Ayrılıkçı Güney Afrika (Apartheid) ittifakına 30 milyon dolar civarında yardım etmiştir.[40] ABD yardımlarının az olmasının sebebi Vietnam’da yaşadıkları. Bunun Angola’da tekrar etmesini istemedikleri için bu kadar az yardım yaptılar.[41]  

 

 

IV. Soğuk Savaş Sonrasının Angola’ya Yansıması

    Çatışmalar tekrar başlayınca Portekiz arabuluculuğunda tekrar görüşmeler başladı. Başkent Lizbon’da 31 Mayıs 1991’de Bicesse Mutabakatı Devlet Başkanı Santos ve UNITA lideri Savimbi arasında imzalanmıştır.[42]

     Angola’daki çatışmalara Soğuk Savaş güçleri arasında ciddi bir külfet getirdiği için ve Soğuk Savaşı’n da sonu geldiği içinde uluslararası siyasi gelişmelerin etkisiyle SSCB ve ABD bu sorunlardan çözüm ile kurtulmak istiyordu. Bu bağlamda New York anlaşmasında Küba ve Güney Afrika birlikleri Angola’dan tamamen çekilecekti. MLPA bu işe uymak zorunda kaldı. Çünkü SSCB’nin dağılması ile uyguladıkları komünist rejimde de değişikliğe gittiler. Demokratikleşme ve liberalleşmeye düşüncesine gitmişlerdi. Fakat çatışmalar hiç bitmeyecekti. UNITA petrol bölgelerini ele geçirmek için tekrar saldırdı. Birleşmiş Milletler, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde yaptırım kararı çıkardı. ABD, UNITA’yı tehdit olarak gördüğünü açıkladı. 1994 yılında Lusaka Protokolü yapıldı. BM 6000 asker gönderdi gözlemci olarak. Fakat bunlar hiçbir işe yaramadı. Tekrar iç savaş çıktı. Kofi Annan BM askerlerini geri çekti ve Lusaka Protokolü için umut yok dedi. Angola’daki durum çığırından çıkmıştı. Elmas kaçakçılığı ve silah kaçakçılığı da devreye girmişti. 2002 yılında UNITA lideri Savimbi ’nin Amerika ve İsrail desteği ile Angola ordusu tarafından öldürülmüş ve böylelikle iç savaşın bitmesi daha çabuk olmuştu.[43]

   Dahası ABD’nin dünyada üretilen petrolün 1/4'ünü ihtiyacı var olduğunu sayarsak Afrika petrollerine Soğuk Savaş yıllarının ikinci yarısından itibaren göz koyması kaçınılmazdır.  Enerji kontrolünü eline almak ve de bunu ucuz yoldan temin etmek için Afrika’da Angola’ya müdahil olmuştur.[44]

    Soğuk Savaş’ın Angola’ya yansımasındaki acı gerçek en az 500,000 insanın hayatına mal olan Angola iç savaşı yaşanmış olmasıdır. Daha fazlası evlerini terk etmek zorunluluğunda kalan 4 milyondan fazla Angolalı ’nın ve de ülkenin değişik yerlerine döşeli olan yaklaşık 15 milyon kara mayınının çıkartılması ve altyapının yeniden inşası gibi büyük sorunlarla Angolalıların baş etmek zorunda kalmasıdır. Bu noktada Soğuk Savaş sonrası yavaş yavaş güçlenmeye başlayan Çin Halk Cumhuriyeti’ni (ÇHC) Angola’nın yeniden inşasıyla birlikte Afrika Kıtası’ndaki varlığı belirginleşmeye başlıyor. ÇHC önemli büyük bir katkı sunmuştur. İç Savaş biter bitmek 2002 yılından sonra iki ülke arasındaki ekonomik ilişkiler ciddi bir çıkış yakalamış ve Çin İhracat-İthalat Bankası (EximBank) tarafından 2004 yılına gelindiğinde Angola’ya 2 milyar dolar kredi vermiştir. ÇHC’nin yardımlarıyla Angola petrol gücünden dolayı başta enerji sektörü olmak üzere 100’den fazla projeye yatırım yapmış ve de ülkenin kısa zamanda Afrika Sahraaltı ülkeleri arasında en başarılı ekonomiye sahip olmasında aktif rol oynamıştır. Bu ekonomik başarı Angola ekonomisine Çin ile fazlalaşan ilişkilerden ve artan petrol gelirleri sayesinde Angola’nın ekonomisine yıllık ortalama yüzde17 seviyelerinde büyüme oranı katmıştır.[45]

   Bu Soğuk Savaş miraslarından bir tanesi de başka aktörlerin devreye girip pastadan pay almak anlamında Angola’yı sömürmesi. Büyük elmas şirketlerinin Executive Outcomes ve De Beers’ın yaptığı elmas kaçakçılığı ve bunu boyutunun 3,74 milyar dolar olduğu belirtilmişti. Diğer taraftan bazı ülkelerin hem MLPA hem de UNITA’ya Lusaka yaptırımları varken silah satmalarıdır. Slovakya, Çek Cumhuriyeti, Hindistan, Kazakistan, Ukrayna Angola hükümetine büyük miktarda silah ve gereçler satarken, 1999 yılında Kuzey Kore’de UNITA’ya füze sistemleri satmıştır. Bunlar dışında Fransız iş adamı Pierre Falcone ve İsrail iş adamı Arkady Gaydamak Fransa eski İçişleri Bakanı Charles Pasqua ve Fransa eski Cumhurbaşkanı François Mitterand’ın oğlu Jean-Christophe Mitterand ile 790 milyon dolar değerinde silah satma suçundan suçlu bulunmalarıdır.[46]

 

 

V. Değerlendirme

   Angola’nın yaşadığı süreci değerlendirmeden önce “Stalin haklı mıydı?” sorunu irdelemek gerekir. Stalin Afrika’ya yardım ve iş birliği düşüncesine karşı idi. Sebep olarak yıllarca sömürge altında yaşamış ve burjuvalara hizmet eden toplumların emperyalist sömürgelere karşı hiçbir şey yapamayacağı idi. Neto, Roberto ve Savimbi üçü de çok iyi eğitim almış kişilerdi. Halklarının sömürgeden kurtulmasını istiyorlardı ama bunu nasıl yapacaklarını bilmiyorlardı yoksa ulus bilinci mi yoktu? Yıllarca başka bir egemen gücün sömürgeciliğinde yaşamış toplumların çıkış yolu bulması için yardım istemişi doğaldır. Fakat sorun yardım bulmaktan daha çok aynı kurtuluş fikrine sahip olma. Neto, Roberto ve Savimbi farklı düşüncelere sahip olduklarıdır. Bekledikleri yardım Küba’dan, Sovyetlerden başka devletlerden gelmiştir. Ama düşünce farklığı başka olunca ABD’de bu duruma katılmıştır. Ortaya Soğuk Savaş döneminin “Vekil Savaşlar” kavramının görüntüsü ortaya çıkmıştır.

   Sömürgecilikten kurtulup ülkeyi ben yöneteceğim ya da böyle yönetilecek rüyası Angola’da insanların hayatlarına mal olmuştur. Bu 27 yıl sürmüştür. Bu durum Portekizlilerin altında 500 yıl sömürge ülkesi olarak yaşamaktan daha kötü bir durum oluşmuştur. Angola iki kutuplu dünyanın oyun alanı haline gelmiş ve toprakları daha fazla sömürülmüştür. Egemen güçler bir yandan petrol ve elmas gibi madenlerini sömürürken bir yandan onlara silah satarak hem birlerini öldürmelerine yol açmış hem de maddiyatlarını daha fazla sömürmüşlerdir. Angola’nın bugünkü sloganı “Virtus Unita Fortier (Latince) Birleşmiş cesaret daha güçlüdür”.[47] Bu açısından iç savaşa baktığımızda Angola’da başı çeken üç örgütün kendi aralarındaki mücadelesi Stalin’i haklı çıkardı, diyebilir miyiz?

    Diğer taraftan muazzam bir savaş ekonomi oluşmuşken küresel güçler aynı anda ekonomik krize de gerebiliyor. Dünya’nın başka yerlerinde oluşan benzer durmalara da müdahale etmek zorun kalıyorlar, aynı küresel güçler. Bu a daha bir külfet getiriyor. Savaş ekonomisinde oluşan yasal bir para değil, kayıt dışı oluştuğu da görülmektedir.

    Yaşanan duruma baktığımızda İkinci Dünya Savaşı sonucunda oluşan iki kutuplu Dünya’da ABD ve SSCB’nin ideolojilerini yayma girişimlerini Afrika Kıta ülkelerine yayılmış ideolojilerini belirli dönemler içerisinde benimsetmeyi başarmışlardır. Sömürgeciler zaten bir takım kazanımlar elde etmişti Din kardeşliği ya da dil kardeşliği gibi. SCCB’NİN dağılmasıyla komünist ideoloji Afrika’da çökmüş. Artık ABD tek güçte ve Onların deyimi ile demokratikleşme zamanıydı. Peki, insan hakları, hukukun üstünlüğü söylemleri Afrika ülkesi Angola için geçerli olmuş muydu? Yoksa bugün petrol yüzünden Hegemon güçlerin isteği bir demokratik görünüm otoriterlik olduğu için mi?

    Soğuk Savaş Dönemi ABD-SOVYET Rekabeti Afrika Kıtası’nda ve Angola’da çatışmalar, sürgünler, ölümler, kötü bir savaş ekonomisi yaratmış, kalıntılarının hala var olduğu ama yaşamın devam ettiği yer biridir sadece Angola. Bağımsızlığı kazanarak Hürriyetine, özgürlüğüne kavuştuğunun sanan insanlar başka bir mücadelenin içinde bulmuş kendini. Belki de tam olarak ABD ve SOVYET’leri bunu konuda suçlayamayız. Çünkü başka bir mücadele ile kastedilen durum Angola’daki topluluklarının kendi aralarındaki GÜÇ savaşı. Evet ABD ve SOVYET’ler kendilerine yakın olanları hem parasal hem de başka şekilde desteklemiş ama sonuçta bunu da talep eden gruplar var.

    Sonuç olarak baktığımızda bu ABD-SOVYET ideolojik rekabettin her zamanki zarar görenler masum ve zayıf insanlar olmuştur. Hayatlarından topraklarından olup bugün dahi komşu ülke topraklarında sürgün hayatı yaşamaktadırlar. Bu durum Soğuk Savaş zamanının gözle görülen en acı gerçeklerindendir.

 

 

 

  

   

 

 

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KAYNAKLAR

·         Özcan, Gencer, “Çevreleme Politikası”, Güvenlik Yazıları Serisi, No.41, Kasım 2019. https://trguvenlikportali.com/wpcontent/uploads/2019/11/Cevreleme_GencerOzcan_v.1.pdf Erişim Tarihi 24.05.2022

·         Tarihin Peşinde Uluslararası Tarih ve Sosyal Araştırmalar Dergisi Yıl: 2016, Sayı: 15 Sayfa: 279300 Mustafa Öztürk Erişim Tarihi 25.03.2022

·         Araştırma Görevlisi Buğra Sarı Amerikan Ulusal Çıkarları ve Afrika Ankara Üniversitesi Afrika Çalışmaları Dergisi Cilt 1 Sayı 2 Bahar 2012

Erişim Tarihi 30.03.2022

·         Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi http://dergipark.gov.tr/dpusbe Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 66, 97-113; 2020 97 Araştırma Makalesi Afrika’nın Balkanlaşması: Angola Örneği Hasan AYDIN Erişim Tarihi: 26.03.2022

·         Güney Afrika’nın genç özgürlük savaşçısı: Steve Biko (gazeteduvar.com.tr) Nazım Tural Yazısı Erişim Tarihi: 29.03. 2022

·         https://tr.wikipedia.org/wiki/Nelson_Mandela Erişim Tarihi: 29.03.2022

·         T.C. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Sosyal Yardımlar Genel Müdürlüğü Soğuk Savaş Sonrası Afrika Kıtasına Yönelik Dış Yardımlar ABD, Çin Halk Cumhuriyeti ve Türkiye Örnekleri Aile ve Sosyal Politikalar Uzmanlık Tezi Hazırlayan Mustafa Sencer KİREMİTÇİ Aile ve Sosyal Politikalar Uzman Yardımcısı Ankara Mart 2013 Erişim Tarihi: 30.03.2022

·         Nikita Hruşçov Döneminde SSCB ve Afrika Arasındaki İlişkiler Dr. Öğr. Üyesi Ceren Gürseler Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Araştırma Makalesi Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt 75, No.1, 2020, s. 53 – 95 E.T:1.04.2022

·         Soğuk Savaş’tan Bir Kesit: Yapısal Değişiklikler ve Bloklar Arası İlişkiler (1960-1991) Doç. Dr. Mehmet ÖCAL Erciyes Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü Siyaset, Ekonomi ve Yönetim Araştırmaları Dergisi Nisan 2017, Cilt:5, Sayı:2 E.T: 1.04 2022

·         Angola'dan Mozambik'e Afrika'da Portekiz sömürgeciliği Dr. Halim Gençoğlu Indepentent Türkçe Dr. Halim Gençoğlu Cape Town Üniversitesi'nde Afrika Çalışmaları bölümünde araştırmacı olarak görev yapıyor. (23 Ekim 2021) Erişim tarihi 29.03.2022

·         Angola İç Savaşının Ana Aktörleri ve Uluslararası Ramifikasyonları   Prof. Dr. Mürsel BAYRAM Ordu Üniversitesi Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi Temmuz 2016 E.T: 29.03.2022

·         Web Sitesi Wikipedia/Angola Erişim Tarihi 12.03. 2022

·         https://www.britannica.com/biography/Antonio-de-Oliveira-Salazar

Erişim Tarihi 26.04.2022

·         https://tr.wikipedia.org/wiki/Korporatizm

Erişim Tarihi 23.04.2022

·         https://www.evrensel.net/haber/301201/salazar-bir-tosun-pasa-hikayesi

Erişim Tarihi 23.04.2022

·         https://www.gazeteduvar.com.tr/dunya-forum/2017/09/08/kubanin-apartheid-yikan-afrika-zaferi

Erişim tarihi 29.03.2022

 

 

 

 

 

 

 

 



[5]EÜ İİBF UİB SEYA Dergisi ÖCAL

[6] Afrika Çalışmaları Dergisi B. Sarı, 2012

[7] Tarihin Peşinde Dergisi Mustafa Öztürk

[8] AÜ SBF Dergisi Gürseler

[9] AÜ SBF Dergisi, Gürseler

[10] Tarihin Peşinde Dergisi Mustafa Öztürk

[11] Tarihin Peşinde Mustafa Öztürk

[12] Wikipedia/Angola

[14] Web gazetesi Independent Gençoğlu

[15] OÜSBAD Bayram 2016 

[16] DÜSBD AYDIN

[17]Web gazetesi Independent Gençoğlu

[18] DÜSBD AYDIN

[23] OÜSBAD Bayram 2016 

[25]   OÜSBAD Bayram 2016     

[28] Gazete Duvar Kavel Alpaslan Yazısı

[29] OÜSBAD Bayram 2016 

[30] Gazete Duvar Kavel Alpaslan Yazısı

[32] Gazete Duvar Nazım Tural Yazısı

[33] Gazete Duvar Nazım Tural Yazısı

[34] Wikipeida/Nelson Mandela

[39] T.C. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Sosyal Yardımlar Genel Müdürlüğü Uzman KİREMİTÇİ

 

[40] DÜSBD Hasan Aydın

[41] DÜSBD Hasan Aydın

[42] OÜSBAD Bayram 2016  

[43] OÜSBAD Bayram 2016  

[44]Afrika Çalışmaları Dergisi B. Sarı, 2012

[46] OÜSBAD Bayram 2016  

[47] Wikipedia/Angola

Wednesday, June 8, 2022

Türkiye'nin Su Bağlamında Çevresel ve Ulusal Güvenliği Evren Konakçı

   
Not: Bu makale çeşitli akademik makale ve haberlerden  vb bilgilerden yararlanarak yazılmıştır. Kaynaklar kısmında belirtilmiştir.

   Bu makalede Türkiye’nin “sınıraşan” sular, “sınır oluşturan” ve de “su kaynağı” bağlamında Çevresel ve Ulusal Güvenliği anlatılacaktır. Açıklanmaya çalışılacak durum sınırlarımız dışında doğan ve ülkeminiz topraklarından geçiş yapıp kara sularımıza dökülen nehirler olduğu gibi ülkemiz topraklarından doğup başka ülkelerin topraklarından geçip o ülkenin kara sularına dökülen nehirlerimizin yarattığı ve yaratacağı ulusal güvelik sorunları durumlarıdır. 
    Diğer taraftan nehirlerimiz etkileyecek, su taşkınlığının verdiği vereceği ağır hasarlar, küresel ısınma bağlamında azalacak su kaynaklarının yaratacağı su kıtlığı ve bölgesel gelişmelerden dolayı olabilecek su savaşları açısından suyun kullanımı ve yönetimi için yapılacak olanlar, bazı ekonomik yatırımların gerekli tedbirler ve araştırmalar yapılmadan yapılması ve olası bir tehlikede bunların doğuracağı vahim sonuçlar anlatılacaktır.
    Konumuza geçmeden önce çevre ve doğa nedir, çevre ve doğada nasıl bir tahribat oluşmasıyla bu kavramların toplumların ve uluslararası aktörlerin nasıl ve ne zaman dikkatini çektiği, bunula ilgili neler yapıldığı ve Suyun hayatımızdaki yerinden bahsedilip yakarıda belirttiğimiz başlık çerçevesinde konusu anlatmaya başlayacağız.
            ÇEVRE VE DOĞA
    Çevre ve Doğa aynı birbirini tamamlayan yaşamsal alanlardır. Ama yine de aynı anlama geliyor gibi gözükse de birbirinde farklı durumları vardır. 
    İlk önce Doğa’nın tanımı yaparak başlayalım. Doğa, canlı-cansız varlıkların birbiriyle olumlu ya da olumsuz şekilde etkileşimde olduğu ve kendini, kendi dışından gelecek bir müdahale olmadan sürekli yenileyebilen bir varlıktır diyebiliriz. Doğanın içinde insanlar, hayvan ve bitkiler vardır. Diğer varlıklar olarak güneşi, toprağı, suyu, havayı, taş ve kaya oluşumlarını, mikro organizmaları, mikropları, bakterileri …vs. gibi farklı bilim alanlarını ilgilendiren varlıkları da sayabiliriz. Dolayısıyla canlı ve cansız varlıklar bir bütün halinde diyebiliriz.
    Çevre ise bazı varlıların birbiriyle aynı ortamda yaşadığı alan diyebiliriz. Bu alan 19 yy. sanayileşme, ekonomik gelişmeler, insan nüfusunun artması, savaşlar, çatışmalar, ölümler doğanın kendi değişimi içinde yaşan sorunlar ya da afetler daha insan odaklı bir çevre yani “yaşam alanı” düşüncesi yaratmıştır.     
    Yakın geçmişe baktığımızda çevre bilinci, 4 bin kişinin ölümü ile sonuçlanan 1952’de Londra’daki Hava Kirliği çevren bilinci açısından il adım oluşturdu diyebiliriz.  Londra’da 1952 yılında Aralık ayında havanın çok soğuması ve nemlerin artmasında dolayı insanlar ısınmak için daha fazla kömür yakmasın ve bu arada rüzgarların durması ile şehir kömür dumanına boğuldu ve bir çevre felaketi yaşandı. Böylelikle Londra’da “Temiz Hava Hareketi” başladı. İşte bu çevrenin korunmasına yönelikte bir düşünce oluşmasına sebep oldu. 
    1960’lı yıllarda, üretimin daha da artması ve bununla birlikte teknolojik gelişmeler çevresel felaketlerinin yarattığı olumsuz sonuçlar iyice artmaya başlaması ile 1970’lı yıllarda uluslararası boyuta ulaşmıştır. Zaten daha önce var olan çözüm bulma düşünce uluslararası aktörler nezdinde de yer bulmaya başlamıştır.
    1972 yılında 113 ülkenin katılması ile İsveç Stockholm’de çevre felaketler Dünya çerçevesinde ele alınmış, çevrenin nasıl korunacağı nasıl iyileştirileceğine aynı zamanda sosyo-ekonomik kalkınmanın çevre ile bağlantısı konuşulduğu Birleşmiş Milletler (BM) konferansı bir milat olmuştur. Birçok Devletin ilke ve politika geliştirmesine öncü olmuştur. 
   1977 yılında ilk kez çevresel güvenlik konusu Lester R. Brown’in “doğal kaynakların tükenmesi ve çevresel tahribat uluslar için milli güvenliğin tekrar                                                      
                                                          
tanımlanmasını gerektirecek kadar önemli bir tehdit oluşturmaktadır” iddiası ile gündem olmuş ; daha sonraki yıllarda 1983 yılında BM nezdinde Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu kurulmuş ve bu komisyon 1987 yılında bir rapor hazırlamıştır. Hazırladığı Brundtland raporu çevre ve kalkınmanın birlikteliği ilişkisini öne sürmüştür. Böylelikle “çevresel güvenlik” kavramı netleşmeye başlamıştır.  
   Akabinde bu rapora atfen 3-14 Haziran 1992'de Brezilya Rio de Janeiro'da Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı sonunda 27 ilke ile bir Deklarasyon yayınladı. Çevrenin uluslararası düzeyde korunmasına yönelik zamanın en önemli toplantısıdır. 
    BM’nin önemli aktör olarak Çevreyi Korumayı daha net bir şekilde gündeme alması ve yayınladığı raporla sürdürülebilir kalkınmayı ve ekonomik kalkınmayı daha fazla ele aldığı için Dünya Ticaret Örgütü (WTO), Dünya Para Fonu (IMF), Dünya Bankası (WB) ve Çokuluslu Şirketler ve iktisadi Sivil Toplum Kuruluşları diğer aktörler olarak daha fazla önemli rol oynamaya başlamışlardır. 
    Çevre politikaları her ülkeye göre değişiklik gösterir. Çevre politikası bir ülkenin sosyo-ekonomik durumuna göre ve bu yüzden oluşana tercihlere göre politika oluşturmasına bağlıdır. Fakat bu tercihler uluslararası aktörlerden çok da bağımsız olamaz. Çünkü bazen çevre politikalarının uygulanabilmesi için uluslararası iş birliğinin gerekliliği önem arz etmektedir. Bu durum ülkelerin politikalarının kurumsallaşmasıyla mümkün olmaktadır.  
                                                 
   
  TÜRKİYE’NİN ULUSLARARASI ÇEVRE SÖZLEŞMEŞLERİ 
    Ozon Tabakasının Korunması için Viyana Sözleşmesi’nin kabulünün (1985) ardından ozon tabakasını incelten maddelerin kullanımının ve üretiminin kontrol altına alınmasını sağlayacak olan Montreal Protokolü’nü Eylül 1987’de kabul etmiştir. 
    2009 yılında Kyoto Protokolü’nü imzalamıştır. İmzaladıktan sonraki süreçte yükümlüklerini yerine getirme bağlamında kontrol amaçlı oluşturulan iki dönemde de sera gazı salınımı azaltmamıştır. 
    “Paris Anlaşması (Küresel Isınma) 5 Ekim 2016 itibariyle, küresel sera gazı emisyonlarının % 55’ini oluşturan en az 55 tarafın anlaşmayı onaylaması koşulunun karşılanması sonucunda, 4 Kasım 2016 itibariyle yürürlüğe girmiştir. Ülkemiz ise Paris Anlaşması’nı, 22 Nisan 2016 tarihinde imzalamış Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından “Paris Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun” 7 Ekim 2021 tarihli ve 31621 sayılı Resmî Gazete ’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. 
    Türkiye Cumhuriyeti Devleti 1991 yılında Çevre Bakanlığı’nı kurması ile çevre politikası konusunda yapılanmasını başlatmıştır. 2005 yılı Türkiye Avrupa Birliği tam üyelik müzakere sürecinde uyum fasıllarından AB Çevre Müktesebatına uyum görüşmelerinde Müzakere Çerçeve Belgesini kabul etmiştir.  
    “Stratejik Çevresel Değerlendirme ( SÇD ) Yönetmeliği, 8 Nisan 2017 tarihinde Resmî Gazete ’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından hazırlanan SÇD Yönetmeliği’nin kapsadığı plan ve programların sektörlere göre yürürlüğe giriş tarihleri ise yönetmeliğe eklenen geçici maddeyle değiştirildi. Böylece, birçok plan ve programın SÇD uygulamasından belirli süre muaf kalmasını imkân veriyor. Yönetmelik hükümleri, kıyı yönetimi, mekânsal planlama, su yönetimi, tarım ve turizm sektörlerinde hemen yürürlüğe girerken; balıkçılık ve ormancılık sektörlerinde 1 Ocak 2020; atık yönetimi, enerji, sanayi, telekomünikasyon ve ulaştırma sektörlerinde ise 1 Ocak 2023 yürürlüğe girecek. 
   Çevre Etki Değerlendirme ( ÇED ); Çevre Gerçekleştirilmesi planlanan projelerin çevreye olabilecek olumlu ve olumsuz etkilerinin belirlenmesinde, olumsuz yöndeki etkilerin önlenmesi ya da çevreye zarar vermeyecek ölçüde en aza indirilmesi için alınacak önlemlerin, seçilen yer ile teknoloji alternatiflerinin belirlenerek değerlendirilmesinde ve projelerin uygulanmasının izlenmesi ve kontrolünde sürdürülecek çalışmalardır. Çevresel etki değerlendirmesi süreci gerçekleştirilmesi planlanan projenin çevresel etki değerlendirmesinin yapılması için; başvuru, inşaat öncesi, inşaat, işletme ve işletme sonrası çalışmaları kapsayan süreçtir.”  
                                                  SU
   Su, canlı varlıların en önemli yaşam kaynaklarından biridir. İnsanoğlunun tarihi bakınca hayatını idame ettirebilmek için yaşamını su kenarlarının olduğu yere kurmuştur. Medeniyetler hep suyun olduğu yerde var olmuştur. Suyu bulduğunda yaşamı su kenarlarına kuramadığı zaman sularını taşımış bunu bazen de tüneller kazarak ya da su yolu (kemerler)  yaparak sularını taşımıştır. Suyu kıtlığı olduğunda da göçebe hayat yaşamıştır. Bunun için savaşmıştır. Su insan yaşamı önemli olduğunu söylemiştik. İnsanın açlığa 30 gün, susuzluğa ise 7 gün dayanabildiği ifade edilmektedir. 
   Gelişen dünya medeniyetin su, önemli bir ekonomik, ekolojik, stratejik hal almıştır.  Su tarım üretimi, sanayi sektörleri için de önemlidir. Tarım alanlarının yeteri miktarda su alması veya almaması tarım üretimine etkisi olacak ve bu da insanların gıdasını dolaysı ile beslenmesini etkileyecek. Türkiye’de 2019 yılı verilerine göre suyun kullanım alanlarının oranı tarım % 74, sanayi % 13, içme suyu % 13 olarak belirlenmiştir. 
      Hidroloji Mühendislerine  göre, yıllık kişi başına düşen kullanılabilir su miktarı 1000 m3’ten az ise su fakiri, 1000-2000 m3arasında su azlığı çeken ve 2000 m3’ten çok ise su zengini ülkeler olarak nitelendirilirler Türkiye’de kişi başına düşen su miktarı yaklaşık 1550 m3 olduğu için su azlığı çeken ülke statüsündedir.   Günümüz dünya nüfusunun % 40’ından fazlası su kıtlığı ile karşı karşıya iken söz konusu oranın 2050’lerde % 65’e çıkması beklenmektedir.  Uluslararası aktörlerin 1992 Rio de Janeiro BM toplantısında 22 Mart Dünya Su Günü, UNESCO 2003 yılını Dünya Su Yılı ilan etmişi suya verdiği önemi göstermektedir.    
       Bu noktada hem Dünya Su Havzaları haritasını göstererek hem de Türkiye Su Havzaları haritalarını göstererek konumuzun ilerleyen bölümlerinde ışık tutacak bazı bilgilerin edinilmesi yararlı olacaktır.         
                                                                                                                                                                                              Harita 1: Dünya Nehir Havzaları 
 
                                                               

                                                         
                                                            

Harita 2. Türkiye’deki Su Nehir Havzalarını Göstermektedir  
     Nehir Havzaları ve Su Havzaları ne demektir, buna açıklayalım. Havza: su toplama alanı olarak tanımlanır. Nehir havzalarında su ayrım çizgisinden denize aktığı noktaya, kapalı havzalarda ise suyun toplandığı nihai noktaya kadar suyun toplanma alanıdır. 
  MERİÇ NEHRİ 
(MERİÇ ERGENE HAVZASI)
     Meriç Nehri memba (kaynağı) batıda Trakya Bölgesi’nden komşumuz olan Bulgaristan’da olan sınır aşan su olup ve suyunu yine Trakya Bölgesi’nden sınırımız olan Yunanistan ile Türkiye arasında sınır oluşturarak Ege Denizi’ne boşalan nehirdir. Meriç nehri Bulgaristan sınırından girip Türkiye topraklarında denize döküldüğü için Türkiye mansap  ülke konumundadır. Bulgaristan, Türkiye ve Yunanistan “Kıyıdaş Ülke” olmaktadır. Kıyıdaş Ülke, birden fazla nehir üzerinde hak iddia edebilen ülkelere denir. Birlemiş Milletler Hukuk Komisyonu kıyıdaş ülke tanımlaması olarak kendi topraklarından bir bölümü geçen uluslararası sulardan devletleri “su yolu devleti olarak tanımlamıştır.  
      Meriç Nehri’nin oluşturduğu havza alanı Meriç Havzası alanı 52 600 km2’lik bir alanı kaplamaktadır. Bu havzanın alanının % 65’lik büyük bir kısmı Bulgaristan’da, % 28’i Türkiye’de, % 7’si ise Yunanistan’da yer alır.  Türkiye bölümündeki havzanın alanı 8.700 km2 dir.   Meriç Nehri katılan nehirlerden olan Ergene Nehri 194 km  uzunluğu ile tamamı Türkiye topraklarında kalmaktadır.  Bu da Egene Havzasının oluşmasına neden olmakta ve kapladığı alan 10734km2 dir.   
     Meriç Nehri sınırımız aştıktan sonra Türkiye topraklarında Ergene nehri ile birleşmesi ile Saroz Körfezine boşalırken Drenaj Alanı  oluşturur. Meriç-Ergene alt havzası su taşıma potansiyeli bakımında güçlü olmaması rağmen Türkiye’ye özellikle Edirne Şehri bölgesine taşkınlar ciddi zararlar vermektedir. Dolayısıyla oluşan zararlar can, mal ve tarımsal faaliyetler açısından Meriç Nehri suyu yönetiminin hem bölge güvenliği ve Türkiye’nin çevresel güvenliği ve ekonomisi için stratejik önemini çıkar çatışmaları veya iş birliği gereksimini ve bunu sürdürülebilir hale getirmek açısından çok önemlidir. 
   Taşkınlar yukarıda belirtilen zaralar dışında toprak erozyonuna ve çevre kirliliğine yol açmaktadır. Edirne Şehri ve bölgesine zarar veren taşkınların sebeplerinden en önemlisi Meriç havzasına düşen yağış fazlalığı nedeni ile Bulgaristan’daki barajların hacimlerinin dolması ve öteleme hacminin olmaması sebebiyle baraj kapaklarının açılarak suların Meriç nehrine bırakılmasıdır.  Dolayısıyla bu durum Ergene Havzasında taşkınlığa sebep olmakta.  Aralık 2021 yılında Edirne’deki  selde bir kişi ölü bulundu.
          
   Her yıl aynı durum sel taşkınları tekrarlamaktadır. İnsan kaybı olmasa da tarım arazilerinin sular altında kalması zirai ürünlere zarar verdiği kadar tarım arazilerinin erozyona uğraması köy evlerinin sular altında kalması ağır ve kümes hayvanları telef olması, şehre gelen suyun yapıları sokakları sular altında bırakıp maddi zarar verip insanların mağdur olması Türkiye açısında ciddi bir sorun oluşturmaktadır.
   
       Uluslararası hukukta bu gibi durumlarda devre girecek herhangi bir hukuk prosedürü bulunmadığı için ülke durumları kendi aralarında bölgesel ve çevresel güvenlik bağlımda görüşerek çözüm bulma durumunda kalıyor. Türkiye ve Bulgaristan arasındaki bu durum da buna örneklerden bir tanesidir Devletler çözümleri yine de bir başka hukuki sözleşmelere, raporlara ve daha önce yapılmış anlaşmalara göre çözüm bulmaya çalışıyor. Fakat uluslararası aktörler konunun ilgili uzmanları ile bir arayı gelip birtakım doktrinler geliştirmeye çabalasalar da sözleşmeler ortaya çıksa da net bir hukuk şartı oluşturulamamıştır.  
       Türkiye ve Bulgaristan geçmişten günümüze bu konu ilgili birtakım anlaşmalar yapmıştır. Bulgaristan ile yılından 1967 Sınır Olaylarının Önlenmesi ve Halli ile Sınır İşaretlerinin Bakımı Hakkında Antlaşmaya göre sınır tespitinde idari yönden çeşitli bölge ve kısımlara ayrılmış olup Meriç Nehri bu ayrımlarda sınır olarak dikkate alınması gerektiği noktasında anlaşmaya varılmıştır. 1968 yılındaki iki ülke topraklarından akan nehirlerin sularından faydalanmada iş birliği anlaşması ise 19 Nisan 2004 de Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile Bulgaristan Cumhuriyeti Devleti Arasında Çevre Koruma Alanında İş birliği konusunda yapılmıştır. 
    Diğer bir nokta ise Bulgaristan Avrupa Birliği üyesi bir ülke olmasıdır. 2000 yılında Avrupa Parlamento’sunun ve Konseyi’nin kabul ettiği Su Konusunda Topluluk Politikası İçin Çerçeve Yönergesi su kaynakları yönetiminde ilk temel kaynak olarak diyebiliriz. Bu yönergeye Avrupa Birliği kendi üyesi ülkelere kendi topraklarında kalan kısmı için havza yönetim planı hazırlaması direktifi vermiş üye olmayan kıyıdaş ülkelerle ayrıca ortak çalışma yapmaları tavsiyesinde bulunmuştur.   
   Fakat bu Çevre Yönergesi su kalitesine odaklanmış ve Taşkın Risk Yönetimi göz ardı edilmiştir. Nehir taşkın olayları fazlalaşınca 18 Ocak 2006 tarihinden Avrupa Birliği Komisyonu taşkın direktifi hazırlanmasını önermiştir. 23 Ekim 2007 tarihinde “Taşkın Risklerinin Değerlendirilmesi ve Yönetimi” başlıklı Taşkın Direktifi kabul edilmiş ve 26 Kasım 2007 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Taşkın Riskinin Değerlendirilmesi ve Yönetimi Hakkında Avrupa Birliği Konseyi ve Avrupa Parlamentosu Direktifi, taşkın risklerinin değerlendirilmesi, yönetilmesi ve taşkınların, insan sağlığı, çevre, kültürel miras ve ekonomik faaliyetler üzerindeki yan etkilerin azaltılmasını hedeflemiştir.  
  Taşkın Direktif ’nin “Taşkın Risk Yönetim Planları” başlıklı 4.bölümün 8.maddesinde 2. paragrafında, Meriç nehri havzası örneğinde olduğu gibi Avrupa Birliği sınırlarını aşan uluslararası nehir havzalarında, üye devletler bir tek uluslararası taşkın risk yönetim planı veya uluslararası nehir havzası düzeyinde diğer devletlerle ortak çalışma ile taşkın risk planları oluşturması önermektedir. Meriç nehri havzasının kıyıdaş ülkeleri Bulgaristan ve Yunanistan henüz taşkın direktifine ilişkin yükümlülüklerini yerine getirmemiştir. Avrupa Komisyonu 2015 yılı itibari ile tamamlama yükümlüğü getirmiştir. Türkiye kıyıdaş ülke olarak havzada meydana gelen taşkınlardan hem ekonomik hem de çevresel açıdan büyük zarar görmektedir. Bulgaristan EVROS 2010 projesi bağlamında Meriç nehri havzasında uyarı sistemi kurma projesi yapmıştır. Fakat üç kıyıdaş ülke Türkiye, Bulgaristan ve Yunanistan özellikle Yunanistan’ın ortak çalışmaya yanaşmasından Taşkın Risk Yönetim Planı’nda hala ilerleme kaydedilememiş ve Türkiye bu durumdan zarar görmektedir. 
       Türkiye kendi tarafında kalan bölümlerle ilgili taşkın sorunlarını yeni yatırımlarla çözmeye çalışmaktadır. Aşağıdaki resimlerde görüleceği gibi Meriç Nehri’ne paralel Edirne Kanalı yapılarak suların güvenli bir şekilde tahliye edilmesi öngörülmektedir. Yine taşkınların yağışların olağan dışında yağması sebebiyle de çok mümkün olmamaktır. 
  

ASİ FIRAT VE DİCLE NEHİRLERİNE İLİŞKİN ANLAŞMALAR
     Anadolu geçmişten günümüze kültürel, sosyal, ekonomik, jeopolitik özelliğinde dolayı Dünya’nın en önemli bölgelerinden biridir. Ortadoğu ise zengin petrol yatakları nedeni ve jeo-ekonomik konumu ile Dünyanın en önemli merkezlerinden biridir. Dolayısıyla geçmişten günümüze hegemon güçler gözlerini hep bu topraklara dikmişlerdir.  
     Diğer taraftan Ortadoğu’daki ülkelerin, etnik grupların, mezhep gruplarının üstünlük mücadelesi bölgede neredeyse sürekli karmaşa, kaos, krizler, siyasi ve ekonomik istikrarsızlığın getirisi olarak da savaşlar bölgeyi çok tehlikeli hale getiriyor. Bu durum bölgenin güçlü ülkesi Türkiye’yi rahatsız ve zaman zaman tehdit etmektedir.  
     Ortadoğu’nun küresel ısınma ile birlikte yaşanacak en önemli sorunlarından biri SU dur. Petrol nasıl bugün Türkiye için bir güvenlik sorunu oluşturuyorsa ve özellikle Güneydoğu bağlamında aynı zamanda Suriye-Irak ile birlikte ayrılıkçı terör örgütü Kürdistan İşçi Partisi (PKK)Terör Örgütü de sorun oluştururken, Su Kaynakları da geçmişten bugünden daha fazla gelecekte güvenlik sorunu oluşturacaktır.  Bugün Dünya ‘da Su kıtlığı çeken 26 ülke vardır. Bunun 14 tanesi Ortadoğu ülkesidir.  Su bölümünde miktarlara göre suya sahip olan ülkelerin statülerini yazmıştık. Şimdi aşağıdaki tabloda bu statüleri sağ tarafta Ortadoğu ülkelerinin, sol tarafta Kıtaların miktarlarını göreceksiniz. 
 
Geçmişte günümüze Türkiye, Suriye ve Irak arasında su kaynakları ve sınır açısından çeşitli anlaşmalar yapmıştır. Bu anlaşmalar;
    1921 yılında yapılan Ankara Antlaşması, Suriye Fransa mandası olduğu için Fransa ile Fırat Nehri’ni ilgilendiren ilk uluslararası anlaşmadır. Bu Antlaşma, Fırat’ın kolu olan Kuveik suyunun adil paylaşımı konusunda yapılmıştır ve halen geçerlidir. Daha sonra Türkiye ile Irak Dostluk ve İyi Komşuluk Antlaşmasını 1946 yılında yapmıştır. Bu antlaşmaya göre en önemli protokol Türkiye Fırat ve Dicle üzerinde herhangi bir proje yaparsa Irak’ı bilgilendirecektir.  
      1966 yılında Türkiye Fırat Nehri üzerinde Keban Barajı uygulaması nedeni ile Irak Hükümeti ‘ortak sular’ bildirisi yayınlamıştır. Uluslararası platformlarda da çözüm bulmak anlayışı adına Birleşmiş Milletler Uluslararası Suyollarının Ulaşım dışı Amaçla Kullanımına İlişkin Sözleşme’nin 1997’de Genel Kurulca kabul edildi. 17 Ağustos 2014 yılında yürürlüğe giren Sözleşmeye Türkiye taraf olmamıştır.  Türkiye Su anlaşmazlıkların kıyıdaş ülkeler kendi aralarında çözmeli düşüncesine sahiptir. Uluslararası kuruluşların devreye girmesi su anlaşmazlıklarının küresel sorun haline getirip çatışmaya dönüşebilme riskine dikkat çekmektedir. 
     Türkiye, Suriye ve Irak arasındaki su sorunları çözmek için 2008 yılında bir su enstitüsü kurulması kararlaştırılmıştır. 2009 yılı itibariyle Türkiye, Suriye ve Irak arasında ayrı ayrı su iş birliklerine ilişkin uzlaşı zaptları imzalanmış ve fakat 2011 yılında Suriye’de başlayan iç savaş sebebiyle proje ertelenmiştir.      Diğer taraftan Ilısu Barajının doldurulması konusunda Türkiye ile Irak arasında iki ülke ilişkilerinde Irak tarafından ön şart olarak belirlenmiş, 2009 yılında imzalar atılmış fakat uygulamaya geçilmemiş, 2014 yılı itibari ile güncellenmiş tekrar imzalar atılmamış fakat yine zapt uygulanmamıştır. 
   2019 yılında Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı ise su kaynakları ve sınır aşan suları konusundaki politikaları ile alakalı şu ana esasları belirlemiştir.  
Erol Turan, Engin Bayrakdar makalesine göre 
•” Tek bir nehir halinde denize dökülen Fırat ve Dicle Nehirlerinin tek bir havza oluşturduğu genel kabul görmektedir. İki nehir tek havza ilkesi Türkiye için vazgeçilmez bir koşuldur. Bu kapsamda iki nehrin toplam su potansiyelini kıyıdaş üç ülkenin ihtiyaçlarını karşılamak için yeterlidir.
• Türkiye, suların hakça, akılcı ve optimum kullanımını, suyun yararlarının paylaşılmasını ve diğer kıyıdaş ülkelere “ciddi zarar” (significant harm) verilmemesini savunmaktadır.
• Türkiye, Dicle ve Fırat suları konusunu tüm boyutlarıyla ve bütüncül bir yaklaşımla görüşmeye hazırdır. Bu çerçevede bir iyi niyet gösterisi olarak talep edilen bilgi ve veriler diğer kıyıdaş ülkelere iletilmiş ve bilgi değişiminin havza bazında karşılıklı olması gerektiği vurgulanmıştır.” 
        Bir diğer önemli nokta ise Avrupa Birliği’nin (AB) Türkiye’nin üyelik sürecindeki müzakerelerinde, AB Kürt Sorunu bahanesi ile de Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu ve Ortadoğu bölgenin su kaynakları Fırat ve Dicle nehirleri ile ilgili siyasi çıkarları açısından çözümlemeye ve bölge ülkeleri (Ortadoğu) üzerinde güven ve sempati oluşturmaya çalışmaktadır.  
    Bu bağlamda Avrupa Birliği Komisyonu’nun hazırlamış olduğu 6 Ekim 2004 Ekti Değerlendirme Çalışması raporunda Ortadoğu’da su sorunu önemli bir yer tutacak denmiştir. Fakat İsrail’in adının geçmesi dikkat çekici bir konudur.  Çünkü Avrupa Birliği bölgedeki İsrail-Suriye ve İsrail-Filistin sorunlarının temel sebebini su olarak görmekte bölgede barış olması için Fırat ve Dicle Nehirleri yoluyla başat bir rol üstlenmeye çalışmaktadır. Bu sebeple ile İsrail’in Golan Tepeleri’ni Suriye’ye iade etme şartı ile Fırat-Dicle sularından yararlanma isteği AB tarafından destek görmektedir. Bir önemli detay da Şimon Peres 1993 yılında, “Türkiye’nin zengin su kaynaklarına sahip olmasının kendileri için hayati önem taşıdığını ve bölge sorunlarının çözüme ulaşmasında anahtar ülke konumunda bulunduğunu söylemiştir.” 
     ASİ VE FIRAT NEHRİ (SURİYE)
      Asi nehri Lübnan topraklarında doğup, Suriye topraklarından geçip, Türkiye topraklarında Akdeniz’e dökülmektedir. Asi nehri Lübnan’da 40 km uzunluğundadır, Suriye topraklarında 325 km akar, Suriye-Türkiye 52 km sınır oluşturur ve Türkiye topraklarında 88 km akar. Türkiye’den geçerken Amik Ovası’nı suladıktan sonra Samandağ’ından aşağıya Akdeniz’e dökülür. Kuzeye doğru aktığı için “Asi” adını almıştır. 

      

      
  
    Hatay’ın 1939 yılında Türkiye katılmasından beri Suriye ile sorunlarımız olmuştur. Asi nehri bunlardan bir tanesi Suriye hayatı kendi toprağı olarak görmektedir. Bu yüzden Asi nehrin suyunu zaman zaman Türkiye’ye karşı olumsuz anlamda sürekli kullanmaktadır. Amik ovasının Asi suyuna ihtiyacı olduğunu bilindiğinden bu konuda suiistimal yapmaktadır. Lübnan’da doğup Türkiye’den döküldüğü için Türkiye- Suriye- Lübnan kıyıdaş ülke durumundadır. 
   1984 yılında PKK terör örgütünün faaliyet göstermesi ve örgütün geçen zaman için Suriye’de yuvalanması özellikle Beka Vadisi’ni kullanması Terörist Lider Abdullah Öcalan’ı himaye etmesi Türkiye ile ciddi sorunlar doğurmuştur. Bu sorunlara karşı Asi nehri koz olarak kullanılmıştır.  Bunun en önemli sebebi Türkiye’nin yaptığı Güneydoğu Anadolu Projesi’dir. (GAP) Bu proje Fırat ve Dicle üzerine yapılacak olması gölgenin önemli su ihtiyacını kontrol altına alması ve dolasıyla tarımın, sanayileşmenin, refahın popülasyonun artacağı durum oluşacaktır. Bu da Suriye’nin Su ihtiyacını etkileyeceği düşüncesi ile Suriye uygun olmayan belirtilen hamleleri yapmıştır. Ki Türkiye baskı aracı olarak Fırat’ın suyunu kesmiştir. Terörist Liderin Suriye’yi terk etmesi, PKK’nın çoğunluğunun bitirilmesi geçen süreç içinde Suriye ile yine sıcak ilişkilerin kurulması sonrasında 2008 yılında Adana Mutabakatı güvenlik bağlamında imzalanmıştır.  
     2011 yılı Suriye iç savaşı ile ilişkiler kopmuş ve bölgeye PKK yandaşı grupların yerleşmesi ve Irak Şam İslam Devleti adlı IŞİD terör örgütünün ortaya çıkması Türkiye açısında yine güvenlik sorunu yaratmıştır. Çünkü bu durumlar başlamadan önce Suriye ile Türkiye arasında Asi Dostluk Barajı protokolü yapılmış fakat uygulamaya geçmemiştir. 
      Asi Nehri’nin önemli uzunluğu Suriye’den geçtiği için Asi nehrinin suyunu istediği gibi kullanmakta bu durum Amik Ovası için zaman tehlike yaratmakta.
Bu tehlike kuraklık olduğu kadar sel tehlikesi yaratmaktadır. İlişkilerin kopuk olduğu 2012 yılında Suriye Zeyzum Baraj kapaklarını açınca Hatay’da ilinde tarım arazileri sular altında kaldığı gibi bölgeye yakın evler de sular altında kalmış büyük zararlar ve mağduriyet oluşmuştur.  Burada suyun yine suni sel yaratarak silah gibi kullanıldığını görmekteyiz.
       1994 yılında Suriye ve Lübnan arasında Asi nehri su kullanılması anlaşması imzalanmıştır. Bu duruma Türkiye tepki göstermiştir. Çünkü anlaşmaya kıyıdaş ülke olarak çağrılmamıştır. Çağırmama sebeplerinden en önemlisi Hatay’ı hala kendi toprakları olarak görmektedirler. 
    Asi Nehri’nin suyunu Türkiye’nin isteği miktarda vermekte zorluk çıkaran Suriye, Fırat Nehri suyunu saniyede 500m3 den 700m3/sn’ye çıkmasını istemektedir. 1987 yılında yapılan anlaşmaya göre Irak’a Fırat suyunun %42’si Suriye’ye %58’i verilmektedir. Fırat Nehri’nin akışı saniyede 950m3’tür. 700m3’e çıkarmak Fırat’ın suyunu %78’ne denk gelmektedir.  Kaldı ki Türkiye’ye kaybı 250m3 olacağı için bu durum imkansızdır.   

FIRAT VE DİCLE NEHRİ (IRAK)
     Irak’ın Fırat ve Dicle yüzünden Türkiye’ye olan davranışları Suriye ile paralellik göstermektedir. Tıpkı Suriye gibi Fırat ve Dicle’nin uluslararası su yolu olduğunu iddia etmekte ve bu yüzden daha fazla su talep etmektedir. PKK terör örgütünü topraklarında barınmasına izin vermesi Türkiye tarafından hem toprak bütünlüğüne tehdit hem de bölgenin en önemli yatırımı olan ve de Suriye gibi Irak’ın da itirazları olduğu Güneydoğu Anadolu Projesi için de tehdit olarak algılamaktadır. 1. Körfez savaşının yarattığı durma ile PKK’nın güçlenmesi, 2. Körfez savaşı ile Irak’ın daha vahim bir hal alması yönetim açısından ve sonunda IŞİD terör örgütünün ortaya çıkıp kendine Devlet kurması ve de Fırat’ın Suriye tarafında   suyu kontrol eder hale gelmesi Türkiye açısından büyük tehdit olmuştur.  
    Fırat ve Dicle Nehirleri Türkiye’nin en büyük su havzasını oluşturmaktadır. Fırat Nehri Erzurum Dumlu dağlarından doğar 1263 km Türkiye sınırları içerisinden geçer ve diğer kolları ile birleşerek toplam uzunluğu 2.800 km ulaşır. 710 km Suriye ve 827 km Irak sınırları içerisindeki uzunluğa sahiptir.  
    Dicle Nehri’nin 523 km’si Türkiye sınırları içerisinde yer alır ve Irak’tan geçip toplam uzunluğu 1900 km’ye ulaşır.   Fırat ve Dicle Nehirleri birleşerek 180 km su yoku oluşturur ve Basra Körfezine dökülür. Oluşan bu alana Şatt’ül-Arap denir.  İran-Irak savaşının sebeplerinden biri de bu bölgedir.
   GÜNEYDOĞU ANADOLU PROJESİ (GAP)
   Türkiye’nin Cumhuriyet tarihinin en önemli projelerinden biridir, GAP. Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin sosyal ve ekonomik açıdan refaha ermesi için büyük bir projedir. Esas itibari ile tarımsal alanların geliştirilmesi ve kontrollü bir şekilde sulanması içinde yapılmıştır. Fırat ve Dicle nehirleri üzerine yapılan proje kalkınmayı özellikle sürdürülebilir bir kalkınma hedefi ile yapılmıştır. Bununla beraber Sanayi hamlesi içinde önemlidir. Üretimin artması istihdam yaratması bölge insanı için çok önemlidir. Bu sosyal bir refah getireceği gibi eğitim seviyesinin de yükselmesi, sağlık ve ulaştırma alanlarının iyileştirilmesine vesile olmaktır.   
       GAP, program olarak 1970’lerde ele alınmıştır. GAP’ın Master planı 1989 yılında yapılmıştır. Amaçlardan bir tanesi Uluslararası anlamda bölgeye ilham kaynağı olmaktır.  Fırat Nehri üzerine 1973 yılında Keban Barajının yapılması bölge ülkelerin Suriye-Irak itirazına neden olmuştur. Bu GAP ile daha da artmıştır. PKK terörü sebebi ile yeterli maddi kaynak da bulunamaması sebebiyle de günümüz itibari ile tam olarak bitirilememiştir. Tabi Amerika Birleşik Devletleri gibi hegemon güçlerin Ortadoğu’da savaş sebebi ile de bulunması projesi etkilemiştir.
     GAP Projesi ile Fırat ve Dicle’yi kullanma seviyesinin artacak GAP kapsamında 22 baraj, 19 hidroelektrik santrali ve 1,8 milyon hektarlık sulama sistemlerinin yapımı öngörülmüştür.  Bugüne kadar 19 baraj, 17 hidroelektrik santrali tamamlanmıştır. Sulama projelerinin ise yüzde 54’ü gerçekleştirilerek 571.591 bin hektar alan sulamaya açılmıştır.  Aşağıdaki resimde GAP’ı kapsayan iller gözükmektedir.

  
T.C. Dışişleri Bakanlığı Türkiye’nin sınır aşan suları konusundaki politikaları şu maddelerle belirtmiştir.
1. Türkiye sınıraşan suları, kıyıdaş ülkeler arasında bir iş birliği unsuru olarak görmektedir.
2. Her bir sınıraşan nehir havzası kendine özgü ekonomik, sosyal, çevresel, kültürel, hidrolojik ve meteorolojik dinamiklere sahiptir. Bu dinamiklere tam anlamıyla vakıf olamayan üçüncü taraflar meseleleri daha da karmaşık hale getirebilecekleri için, sınıraşan sularla ilgili meselelerin üçüncü tarafların müdahalesi olmadan sadece kıyıdaş ülkeler arasında ele alınması gerekmektedir.
3. Her ülkenin topraklarından doğan veya topraklarında akan sınıraşan sulardan faydalanma hakkı bulunmakta olup, bunu da aşağı kıyıdaş ülkelere “belirgin zarar vermeme” ilkesini esas alarak yapmalıdır.
4. Sınıraşan sular kıyıdaş ülkeler arasında “hakça”, “akılcı” ve “etkin” biçimde kullanılmalıdır. (T.C. Dışişleri Bakanlığı 2022)

    Türkiye’nin Fırat-Dicle Nehri için Suriye ve Irak’ı da içeren üç katmanlı bir plan önerilmektedir

1. Türkiye Suriye Irak kullanılabilir su potansiyellerinin belirlenmesi
Gerekli bilimsel veriler çıkartılmak için istasyonlar kurmak
2. Üç ülkenin kullanılabilir tarım arazilerinin belirlenmesi
Toprak sınıflandırması yapmak.
3. Suyun bilgi ve verilere göre kullanılması
İlk iki maddede toplanan verilerin uygulanması aşaması 
     
       Bu noktada Türkiye’nin çevresel iç güvenlik meselesi olan ve oluşabilecek bir sorunda uluslararası sorun haline gelebilecek bir noktaya dikkat etmek gerekir. Veryansıntv.com haberine göre Erzincan İliç’teki siyanür ve sülfürik asit atık havuzunun bölge için tehlike oluşturduğu bu havuzun daha da büyütülmek istendiği, bölgenin deprem bölgesi olduğu Fırat nehrine 350 metre uzaklıkta olduğu ve dolayısıyla havuzda oluşabilecek bir çatlak ile çevre iç.in bir felaket olabileceği belirtiliştir. Özellikle Fırat nehrine zarar vermesi sınır aşan bir su olduğu için ileride uluslararası bir boyut alabilir.

DEĞERLENDİRME
    Yadsınamaz bir gerçek olan şey canlı varlılar su hayati önem taşımaktadır. Canlıları suyu yerilen hayatta tutacak başka bir şey yoktur. Çevresel güvenlik günümüz dünyasında çevre felaketlerinden sonra daha çok önem kazanmıştır. Bunlardan bir tanesi özellikle küresel ısınma, kirlilik gibi nedenlerle sularımızın bundan etkilenmesi ve bu sebeple “uluslararası aktörlerin suları korumak adına neler yapabiliriz” soru akla getirmektedir.
    Uluslararası platformda neler yapabilir soru aslında ülkelerin birbiriyle olan durum. Bazı nehir havzaları sınır aşan su, uluslararası su, uluslararası su yolu gibi nitelendirmeler kazandığı için ülkeleri karşı karşıya getirmektedir. Birtakım sözleşmeler yapılsa da birtakım doktrinler üretse de su bağlamda uluslararası hukuk adına tam anlamıyla bağlayıcı bir hukuk yoktur. Devletler kaynağı kendinden olan sularla ilgili Egemenlik kavramı üzerinden anlaşmalar yapamaya çalışmaktadır. Bunun en temeli 1997 yılı Birleşmiş Milletler sözleşmesinde geçen suların adil ve makul kullanımı konusudur.
    Meriç Nehri’ne baktığımızda kullanım konusundan daha çok sel taşkınları sebebi ile de mağduriyet yaşanmaktadır. Kirlik, toprak erozyonu, tarım arazilerinin su altında kalması, hayvanların telef olması insanların mülklerinin zarar görmesi ve insanların hayatlarını kaybetmesi. Türkiye bu sorunu çevresel güvenlik bağlamında hem kendi tedbirlerini almakta hem de bölgesel güvenlik bağlamından Bulgaristan ile görüşmeler yaparak bu sorunu etkisiz hale getirmeye çalışmakta. Bulgaristan özellikle baraj kapaklarını açtığında su bir silaha dönüşebiliyor.
   Suriye Asi Nehri’nde bunu 2012 yılında Türkiye ilişkiler kopuk olduğu için Asi Nehri’nde Türkiye yakın baraj kapağını açmış ve Hatay ili çevresi sular altında kalmış ve zarar olmuştur. İlişkiler kopuk olmadan önce de Asi ’nin suyunun adil kullanım hakkında Türkiye’nin tam olarak yararlandırılmaması. 
     Türkiye ise Fırat nehri bağlamında Suriye’nin PKK terör örgütüne sahip çıktığı için tam ter baraj kapaklarını açmak yerine kapatarak su vermemiştir. Yani suyu bir silah olarak kullanmıştır. Bir tehdit aracı haline getirmiştir. İlişkiler normale döndüğünde adil kullanım hakkından yararlandırmıştır. Fırat ve Dicle Nehirleri bağlamında ise Irak Suriye ile paralellik gösterinden Türkiye’den aynı tepkiyi almıştır.
    Türkiye’yi yakın zamanda etkileyecek en önemli sorun küresel ısınma ile su kaynaklarının daha fazla buharlaşma etkisi ile azalacak olması. Şu an bile Suriye Irak bizden daha fazla su talep etmektedir. Bölgede olan istikrarsızlık, terör örgütlerinin faaliyetleri buna IŞİD ‘ni de eklersek, Suriye sınırımızda Türkiye olarak kabul etmediğimiz birtakım devletler kurulmaya başlarsa çok daha ciddi sorumlar ile karşı karşıya kalabiliriz. 
      Diğer taraftan bölgede Türkiye’nin, ABD’nin Rusya’nın siyasi çatışmaları, Rusya’nın Suriye’yi desteklemesi ABD’nin Suriye dışı oluşumları desteklemesi, Türkiye’nin terör örgütlerine karşı yürüttüğü operasyonlar bölgenin gelecekte de ne kadar sıkıntılı olacağını göstermektedir. Diğer taraftan İsrail’in su bağlamında isteklerini unutmamak gerekir.
       BM raporlarına baktığımızda zaten yerel ve bölgesel olan su savaşları 2050 yılı itibari ile küresel bir boyut alabilir. 2040 itibari ile Ortadoğu’da su kıtlığı yaşanacağının belirtilmesi Türkiye’nin ise kaynak sahibi olduğundan bu çatışmaların ortasında kalma ihtimali yüksektir. 
Suyun önemini anlatmak için şu söylenmiş sözlere de bakabiliriz. 
Viski içmek içindir, su savaşmak içindir.” Mark Twain
“Gelecek savaşlar politika değil su için yapılacaktır.” Boutros Ghali
“Mısırı tekrardan savaşa götürebilecek tek sorun sudur.” Enver Sedat
“Tatlı suya ilişkin şiddetli rekabet gelecekte çatışma ve savaşların
 kaynağı olacaktır.” Kofi Annan 
    Sonuç olarak Türkiye sularına sahip çıkmada daha efektif adımlar atmalı geleceğe dönük tedbirlerini yatırmalarını yapmalı, sularının asla ve asla zarar görmesi ihtimali olan yatırımlarından kaçınıp çevresel güvenliğini sağlamalıdır. Böylece oluşabilecek çatışmalara karşı bölgesel güvenliğine olan hakimliğini ve söz sahipliğini garanti altına alıp elini daha fazla güçlendirmelidir. 
              

    
      

  
         
      KAYNAKLAR
1. Türkiye’de Siyasi Partilerin Küresel Çevre Sorunlarına Yaklaşımları Yrd. Doç. Dr. Hikmet YAVAŞ Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, Biga İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi 
2. Türkiye’de Yerel Yönetimler ve Çevre Sorunlarının Çözümündeki 
Sorumlulukları, Rolleri ve Önemi Hüseyin ÇİFTÇİOĞLU ve 
Ahmet Hamdi AYDIN
3. Çevresel Güvenlik Kapsamında Su Arş. Gör. Nevşehir Üniversitesi, İİBF, Uluslararası İlişkiler Bölümü Derya Sürmelioğlu PARLAR Arş. Gör. Karadeniz Teknik Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı Oğuzhan ASLANTÜRK Erişim Tarihi 02.04.2022
4. Kapitalizm, Çevre ve Çok Uluslu Şirketler Doç. Dr. Füsun Kökalan ÇIMRIN
5. Türkiye Cumhuriyeti Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı Web Sitesi
6. Stratejik Çevresel Değerlendirme (SÇD) Yönetmeliği’nin Türkiye’nin Çevre Politikasına Katkısı Abdülvahap Çağatay Dikmen
7. Su Kemeri Su kemeri üzerinde su yolu bulunan kemerli köprüdür. Başka bir tanımla; su kemerleri su taşımak amacıyla insanlarca inşa edilen kanalla rdır / wikipedia
8.   T.C. Orman ve Su İşleri Bakanlığı Sınıraşan Sular Bağlamında Türkiye, Suriye ve Irak İlişkileri Uzmanlık Tezi Hazırlayan Duygu Doğun KIRKICI Ankara 2014 Erişim Tarihi 02.04 2022
9.   Uluslararası Politik Araştırmalar Dergisi Ağustos 2020, Cilt. 6 (2) Araştırma Makalesi Türkiye’nin Su Yönetim Politikaları: Ulusal Güvenlik Açısından Bir Değerlendirme Erol TURAN Engin BAYRAKDAR Erişim Tarihi 07.04.2022
10.   Uluslararası Hukuk ve Politika Cilt 4, No: 16 ss.19-56 Bölgesel Su Anlaşmazlıklarının Küresel Çatışmaya Dönüşme Riski: Fırat Riski: Fırat ve Dicle Örneği Yusuf KARAKILÇIK
11.   T.C. Tarım ve Orman Bakanlığı Web Sitesi
12. Anadolu Üniversitesi Bilim ve Teknoloji Dergisi Cilt: 15 Sayı: 2- 2014 Sayfa: 147- 155 Araştırma Makalesi Fatma TOMBUL Uluslararası Antlaşmalar Çerçevesinde Meriç Havzasında Su Yönetimi    Erişim Tarihi 15.04.2022
13. Orsam Web Sitesi Su ile Gelişen İlişkiler: Asi Örneği Mevlüde Demirez TOBB ETÜ, U.A.İ
14. Gazeteduvar haber sitesi Edirne’deki selde bir kişi öldü.13 Aralık 2021 tarihli haber
15. AB Taşkın Direktifi ve Meriç Nehri Dr. Tuğba Evrim MADEN, ORSAM Su Araştırmaları Programı Danışmanı, Aksaray Üniversitesi U.İ.B
16.   Milliyet Gazeteci 14.03.2022 Önder KARA –ANKARA Haberi (Meriç Nehri Fotoğrafları) Erişim Tarihi 30.04.2022
17. Su Jeopolitiği ve Orta Doğu Bağlamında Su Savaşları Sümeyya ATASOY www.akademikparadigma.com web sitesi Erişim Tarihi 02.04.2022
18. Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi 
Cilt: 11 Sayı: 61 Yıl: 2018 Uluslararası Sular Kapsamında Hatay İli Hidropolitiği Çetin Furkan USUN Reşat GEÇEN
19. Asi Nehri’nin Türkiye-Suriye İlişkileri Üzerindeki Etkisi ve Geleceği Yrd. Doç. Dr. Mehmet DALAR
20. https://www.turkcebilgi.com/fırat_nehri3
21. T.C. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı GAP Bölge Kalkınma İdaresi Başkanlığı













      
   

Diğer Yazılarım/My Other Articles

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...